Pasinler (Hasankale)

Nazmi Öner

 
Pasinler (Hasankale)
Yayınlanma

24 Ağustos 2024 günü saat 13.00’te yola çıktıktan sonra yolun Köprüköy’e kadar olan bölüm 60 yıl öncesindeki eski yol ile (yolun genişletilip duble olması dışında) değişmemiş olup ben 2011 ve 2012 yıllarında İran’a gidiş gelişlerimde bu yoldan geçmiş ve fakat geçmişle bir karşılaştırma yapma gereği duymamıştım. Çünkü o zaman İran’a odaklanmıştım. Oysa şimdi 60 yıl önce ile sonrasının farkını yaşamak ve fark etmekti amacım.

Öncelikle Hasankale, (Pasinler) Ovası yine eskisi gibi uzak dağlara doğru dümdüz uzanıp gidiyor, yine insanda bolluk bereket duyguları uyandırıyordu. Kalesi kaplıca ve maden suları da aynıydı. Ama sanırım ürünlerde değişmeler olmuştu. O zaman ovanın temel işlevi pancar ve patates yetiştirmekti. Şimdi bunlar ne kadar yetişiyor bilemiyorum ama yol boyunca en çok ayçiçeği tarlaları gördüm.

Pasinler, 1660 metre rakımı ile bölgede bir Çukurova gibiydi. Çünkü Erzurum 1975 -2000 metre Karayazı tarafında 2500 metre yüksek ovalar arasında Horasan yönünde Aras Nehrinin eğimine uygun olarak alçalan çok verimli bir ovaydı Pasinler ovası.

Nüfus hareketleri açısından da çok ilginç bir değişimi gösteren ilçenin 1927 yılında yapılan ilk nüfus sayımındaki nüfusu 34.500 olup 1980 yılında 62 bine dek yükseldikten sonra 2020 yılında ise nüfusu 28.500’e düşerek 1927’deki nüfusunun da altına inmiş.

Tarihine gelince M.Ö. 810 yılında Urartu Krallığının egemenliğindeyken M.Ö. 7. Yüzyıl ortalarında buraya İskitlerin Saka boyundan Türkler gelip yerleşmiştir. Daha sonraları Roma ve Bizans yönetimine giren ilçe 1048 yılında Büyük Selçuklu yönetimine girmiştir. İlhanlı Beylerinden Hacı Togay’ın oğlu Hasan buraya bir kale yaptırdıktan sonra ilçenin adı da 1950’li yıllara dek Hasankale olarak gelmiştir. Yine İlhanlılardan Çobanoğlularının bölgeye hakimiyetinin en belirgin anısı halen ayakta duran Çoban Köprüsü. Sonrasında ise Celayiroğulları, Eratna devleti, Timur, Karakoyunlular, Akkoyunlular ve Safevilerin yönetiminde kalan Pasinler, Çaldıran Savaşından sonra Osmanlıya geçerek 1535 yılında kurulan Pasin Sancağının merkezi olmuştur. Sancak merkez olması buraya bugüne dek gelen pek çok cami ve tarihi eser kazandırmış.

Fotoğraflarda da görüleceği gibi Pasinler Ovası hasadı yapılmış tahılların sarı anızı, sürülmüş tarlaların siyah ve kahverengi toprakları hasadı yapılmayan yeşil renkli ürünler ve günebakan çiçekleriyle içimde doyumsuz bir bolluk bereket duygusu yaratıyordu. Ve yol da 60 yıl öncesi gibi değil duble yol idi

60 yıl önce Karayazı’da

Nazmi Öner

 
60 yıl önce Karayazı’da
Yayınlanma

Biz “Şehamettin Bey kim” deyince de “İlköğretim Müdürü, aynı zamanda Kaymakam vekilidir” dedi.

“Kaymakamı yok mu buranın” dedik... Yok, buraya kaymakam gelmez. Kaymakam tayin olur birkaç ay izin rapor idare eder, tayinini yeniden başka bir yere yaptırıp buraya hiç gelmeden gider. Şehamettin Bey iki senedir kaymakam vekili” dedi.

Çıkıp bir dolaşalım deyince Kahraman da bize katıldı. İlçenin bir tarafından bir tarafı 300 metreyi geçmiyordu. Sonbaharın kendisini iyice hissettirdiği serin bir eylül ikindisinde bu kısa mesafede birkaç kez gelip gittik. Kahraman bize, üç kahveden yerli halkın gittiği kahve ile jandarmaların gittiği kahveyi, PTT’yi fırını ve bakkalları gösterdi.

“Otel ve lokanta nerede” dedik;

“Otel lokanta yok. Otel de lokanta da kahve. Bakın üç tane bakkal var. Fırından ekmeğinizi alırsınız. Bakkaldan zeytin peynir alıp kahvede çayla yersiniz. Bakkalda konserve balık ve konserve dolma da vardır” dedi.

Dediği gibi fırından ekmek aldık, bakkaldan biraz zeytin peynir alıp kahveye geldik. Daha kapıdan girerken esmer, kemikli yapısıyla bize göre daha irice 25-26 yaşlarında bir şahsın bakışlarını üzerimizde bulduk. Yerinden kalkmadan “Gelin bakalım, gelin hele” dedi.

Bizim yeni mezun öğretmenler olduğumuzu anlamıştı. Belki Kahraman ve ilköğretim kâtibi de söz etmiş olabilir. Fakat zaten bu mevsimde buraya yeni gelen genç bir yabancının öğretmen olma olasılığı kesin gibiydi. (Ölümün Pençesinde Dört Yolcu) adlı kitabımdan

KARAYAZI =YALNIZLIK+GECE+KAR

En uzun düşlerde olsun

Bir benzerini görmediğim

Dişil bir GECE getirdiler.

Hiç yaşanmadık, sevgili, esmer…

Al bununla evlen dediler.

 

Esrik bir kadın oluyordu

Gözlerimi kapatınca gece…

Boğazlanıyordu sarı bir sıkıntı

Karanlığın rahminde.

Uçuk kaçık düşler görüyordum

Karanlık saçlarındır diye.

 

Sonra gecenin bir yerinden

Defterimi getirdiler…

Tanrının kaleminde

Mürekkebi bitmiş dediler.

Bir kurşun kalemle yetindiler.

Kara kalem yazdı, KARAYAZI

Kaderindir dediler. 12.04.1965 Zorova

(Yalnızlık. Gece ve Karlar) dan

Yayınlanma
1Paylaşım

Erzurum’dan çıkıştan 20 km sonra asfalt bitince stabilize yolda, kamyon yavaşladı ve sarsıntılar arttı. Bazen bir koyun gelip ayaklarıma çarpıyordu. Bazen çuvalların üstüne savruluyordum. Güya medeni kanuna göre insanlarla hayvanların bir arada taşınması yasaktı.

1964 yılının Eylül başları orta Anadolu’da doğa, daha yaz aylarını andırırken Erzurum’da sonbahar kendini iyice hissettiriyordu. Hasankale ovasında sarıya çalan solgun yeşilin tonları hakimdi. Ovada insanlar pancar patates kazıyor, ekinler daha yeni hasat ediliyordu. Ova dümdüz ve yeşili solgun da olsa çok canlı bir yaşam sergiliyordu.

Hasankale hem tren ve hem de Trabzon-İran transit yolu gibi dönemine göre çok iyi bir karayolu üzerinde ve Erzurum’a 40 km uzaklıktaydı. Yine o zamana göre 10 bine yakın nüfusu ile büyük bir şehir sayılırdı. Çünkü o zaman birçok ilin bile nüfusu 10 binden azdı. Patates ve pancarı, kaplıca ve maden sularıyla da meşhurdu. Yani bir öğretmen için ideal bir yerdi. Onun için tayini Hasankale’ye çıkanları çok şanslı sayıyor ve bir bakıma kıskanıyorduk.

Hasankale’den sonra 20 km kadar daha İran transit yolu üzerinde gittikten sonra Köprüköy’de biz sağa dönerek Muş yoluna girdik. Aras nehri köyün içinden geçiyor ve Muş yolu buradan sağa ayrılıyordu. Yol Aras Nehrini tarihi Çoban köprüsünün üstünden geçiyordu.

Tarihi köprünün girişinde kamyon durdu. 15 dakika ihtiyaç molası verildi. Herkes kamyondan indi. Köprünün ayakları arasına dağılıp ihtiyacını giderdi.

1964 yıkının Eylül ayı, Aras’ın sularının azaldığı bir dönem olmalı ki nehir, yatağının yarısından az bir kısmından akıyor, yatağın yarıdan fazlası ise kuruydu. Köprünün iki kenarında üç dört ayağın altından su akmıyordu. Şoför benim gibi yeni gelen öğretmenlere köprünün hikâyesini anlattı.

Hikâyeye göre köprünün Muş tarafında yaşayan bir çoban Köprüköy tarafında yaşayan bir kıza âşık olur. Kızı vermek için çobana, buraya bu köprüyü yapması şart koşulur. Çoban sevdiği kıza kavuşmak için bu köprüyü yapar. O zamanlar ben bu hikâyeye inanmıştım. Ama sonradan yaptığım araştırmalarda köprüyü Moğol Veziri Emir Çoban’ın yaptırmış olduğunu öğrendim. Ama kim yaptırmış olursa olsun Anadolu’da buna benzer pek çok hikâye anlatılır ve en zor işlerin sonu hep aşka bağlanır.

Halkımız olanaksız ya da olması çok güç işleri hep aşka yaptırır, aşkın her güçlüğün üstesinden geleceğine inanır ama bunu cinsellikten ayrı tutar. Evet, biz millet olarak tüm zor işleri aşka bağlar, aşka saygı duyar, aşk hikâyelerini severiz. Ama çevremizde, yanımızda, yakınımızda bir aşka asla iyi gözle bakmayız. Aşkı geleneğe, töreye saygısızlık ve şımarıklık olarak algılarız. Aşkı gerçek ötesi, geçmişte kalmış kurgusal bir masal veya bir film olarak bizden uzakta gelişip sonlanmış bir olay olarak sever sayarız. Aşkı yaşamaya ve yaşayana ise iyi gözle bakmayız.

Bu hikâyeyi dinledikten sonra tabii ki ben de tek taraflı platonik aşkımı anımsadım. Hemen sevgilim geldi aklıma… Zil zurna aşıktım ya o zamanlar. Ama sevgilim benim aşkımdan habersiz, iki yıldır hiç yüzünü görmediğim ve bir kez olsun yüz-yüze konuşmadığımız birisi olsa da ben bu platonik aşkımla yanıp tutuşuyordum. Hatta şimdi onu da kamyona koyup Karayazı’ya götürüyordum. Aşkım ve ideallerimle baş başa Çoban Köprüsünden geçerken tek taraflı aşkımın çobanınkinden daha olanaksız olduğunu -köprüsüzlüğünü- düşündüm. (Ölümün Pençesinde Dört Yolcu) adlı kitabımdan

Aras’ın üstünden her geçişimde

Bir Aras’a bakarım

Bir de Çoban Köprüsüne.

Sen şaşıp kalırsın çobanın sevgisine

Ben şaşıp kalırım sevginin gücüne

Ve biz şaşıp kalırız

Sevgimizin köprüsüzlüğüne.  29.09.1965 Zorova

  (Yanızlık Gece ve Karlar’dan)

 
 
Erzurum’dan Karayazı’ya Yolculuk 5
Yayınlanma

Bir yandan 1964’lü yılların Karayazısını ve yolculuğu düşünerek ilerlerken Karayazıya giden minibüslerin yazıhanesini buldum. Saat başı bir minibüs kalkıyormuş. Saat 12. 25 idi. Yazıhanede beklerken yine eski yolculuklara dalıp gittim. Düşünüyorum da 60 yıl öce beni “Keklik gibi kanadımı süzmedim” türküsüyle karşılayan Karayazı acaba 60 yıl sonra şimdi nasıldır ve nasıl karşılar?

O gün bu türkü beni çok etkilemişti, 60 yıldır da ne zaman duysam bu türküyü, Karayazı’ya ilk ayak bastığım an gelir akıma. Çok etkilenmiş ağlamamak için kendimi zor tutmuştum. Tutmam gerekirdi kendimi elbette. Çünkü bir yönümle de artık sıradan bir insan veya öğrenci değilim. Çocuk değilim. Gurbetten, yokluktan sefaletten etkilenecek yılacak değilim. Altı sene gurbette okumuşum, zaten ben kendim gurbetim. Artık bir mesleğim bir unvanım var. Toplum içinde saygın bir mesleğin temsilcisiyim. Olabileceğimden daha fazla olgun davranmalı ve gerçekleri daha olağan karşılamalıydım.

Çünkü bu mesleğin üzerime giydirdiği sorumluluk, sağladığı itibardan daha ağırdı. Evet, mesleğin sağladığı bir statü ve toplumda bir kabul var, ama bunu sağlayan ve sürdürecek olan ona uygun ve sorumlu davranmaktı. Bu yönleriyle mutlu, gelecekten umutlu ve kendime güvenim tamdı. Ama dediğim gibi bunların verdiği sorumluluk ise hepsinden daha ağır. Ayrıca sosyal çevre daraldıkça denetimin yoğunlaşması da ayrı bir dertti.

Eşyalarımızı indirdikten sonra Kahraman ve yeni gelen üç öğretmenle bir masaya çekildik. Kahraman ilkokul 4. Sınıfa giden küçük kardeşine:

“Nurettin çay getir oğlum” dedi.

Kıtlama çay içmeyi bilmediğimiz için kaşık isteyerek çaya şeker koyup içtik. İlk şoku atlattıktan sonra kahve halkını incelemeye başladım.

Burası ilçenin memur kesiminin geldiği kahve idi. Kahraman bize sırtı dönük tavla oynayan bizden 5-6 yaş büyük, 25 yaşlarında falan, öfkeyle zarlara lanet okuyan asabi birisine bir şeyler söyledi.

Adam geri dönüp bize baktıktan sonra, “Şimdi beni meşgul etme” dercesine önüne dönerek öfkeyle zarları öyle bir fırlattı ki zarın birisi dışarıya düştü.

Kahraman “İp getir oğlum Nurettin, zarları bağlayacağız” diye takılınca adam iyice burnundan solumaya başladı.

Ve adam biraz sonra mars olup yenilince, sandalyede doğrulup öfkeyle bir sigara yaktı. Birkaç nefes aldıktan ve bir süre boş boş baktıktan sonra bizi hatırlamış olmalı ki masamıza gelip “Hoş geldiniz” dedi.

Kendisi, İlköğretim Müdürlüğünün kâtibiymiş. Yani bizim burada en çok karşılaşacağımız, maaşlarımızı alacağımız kişi. Bize Karayazı ile ilgili bazı bilgiler verdi. İlçede sadece bir ilkokul ve beş tane de öğretmeni varmış. İlköğretim müdürü ile kendisinin çalışma yeri de aynı ilkokuldaymış. Bu bilgileri verdikten sonra “Biraz sonra Şehamettin Bey de birazdan gelir zaten” dedi.

Yayınlanma

Kamyoncu yolcularını Karayazı Hükümet binasının önünde indirdi. Biz yeni gelen öğretmenlere, “Siz bekleyin, kahveye götüreceğim” dedi. Ben, biz kahvede ne yapacağız, bize otel lazım diye düşünürken biz yaşlarda esmer bir delikanlı gözü bizim üzerimizde kamyona yaklaşarak şoföre “Yeni gelen var mı” diye sordu. Şoför de bizi göstererek “Kahraman gel bak sana dört arkadaş getirdim” dedi.

Kahraman gülümseyerek “Hoş geldiniz” diye elimizi sıktıktan sonra: “Kamyon boşalsın kahveye gideriz” dedi. Ve biraz sonra 100-150 metre ilerideki kahvenin önüne gelince önce kahvenin karşısında bir yere 30-40 teneke kadar gazyağı tenekelerini indirildiler. Sonra Kahraman eşyalarımızı şoförle birlikte indirip kahvenin arkasında depo ve tezeklik olarak kullanılan bir yere koydu. İçeride pikapta çalan müzik Karayazı’nın her tarafından duyuluyordu.

Keklik gibi kanadımı süzmedim /Murat alıp doya doya gezmedim /Bu kara yazıyı kendim yazmadım.

Zaten şoklardayım. Bir bilinmezler çemberinin ortasındayım. Hayallerimle gerçeklerin çatışma noktasında, yapılan hiçbir şeyin niye yapıldığının farkında değilim, Pikapta plak, “Alnıma yazılmış bu kara yazı” diyor. Sanki özel olarak bir karşılama töreni hazırlanmış da törende İstiklal Marşı yerine, Karayazı türküsü konmuştu.

Öğretmen olmanın sevinci ve mesleki ideallerimle yükselirken, gerçeklerin toprak damlı basık kahvehanesine hapsedilmesine isyan ederken, bu türkü bu ortama tuz biber gibiydi.

Ve aslında eski bir türkü olmasına karşın ben bu türküyü ilk kez duyuyordum. Karayazı’ya geldiğim bu ilk günde ilk anda duyuyordum. Sanıyorum tek plaktı. Dönüp dönüp aynı plağın bir tarafında ‘Yara beni, yara beni’ öbür tarafında ‘Keklik gibi kanadımı süzmedim’ türküleri çalıyordu.

(Ölümün Pençesinde Dört Yolcu) adlı kitabımdan

Keklik gibi kanadımı süzmedim

Murat alıp doya doya gezmedim

Bu kara yazıyı kendim yazmadım

Alnıma yazılmış bu kara yazı

Kader böyle imiş ağlarım bazı

Gönül hey hey hey sebep oy

 

Geceleri uyku girmez gözüme

Zalim yastık diken oldu gözüme

Uyma dedim uydu eller sözüne

Alnıma yazılmış bu kara yazı

Kader böyle imiş ağlarım bazı

Gönül hey hey hey sebep oy

(Plağın arka yüzünde)

Yara beni yara beni

Öldürür (kül eder) bu yara beni

Dermansız bir aşka düştüm

Öldürür (kül eder) bu yara beni.

 

Yayınlanma

Kamyoncu yolcularını Karayazı Hükümet binasının önünde indirdi. Biz yeni gelen öğretmenlere, “Siz bekleyin, kahveye götüreceğim” dedi. Ben, biz kahvede ne yapacağız, bize otel lazım diye düşünürken biz yaşlarda esmer bir delikanlı gözü bizim üzerimizde kamyona yaklaşarak şoföre “Yeni gelen var mı” diye sordu. Şoför de bizi göstererek “Kahraman gel bak sana dört arkadaş getirdim” dedi.

Kahraman gülümseyerek “Hoş geldiniz” diye elimizi sıktıktan sonra: “Kamyon boşalsın kahveye gideriz” dedi. Ve biraz sonra 100-150 metre ilerideki kahvenin önüne gelince önce kahvenin karşısında bir yere 30-40 teneke kadar gazyağı tenekelerini indirildiler. Sonra Kahraman eşyalarımızı şoförle birlikte indirip kahvenin arkasında depo ve tezeklik olarak kullanılan bir yere koydu. İçeride pikapta çalan müzik Karayazı’nın her tarafından duyuluyordu.

Keklik gibi kanadımı süzmedim /Murat alıp doya doya gezmedim /Bu kara yazıyı kendim yazmadım.

Zaten şoklardayım. Bir bilinmezler çemberinin ortasındayım. Hayallerimle gerçeklerin çatışma noktasında, yapılan hiçbir şeyin niye yapıldığının farkında değilim, Pikapta plak, “Alnıma yazılmış bu kara yazı” diyor. Sanki özel olarak bir karşılama töreni hazırlanmış da törende İstiklal Marşı yerine, Karayazı türküsü konmuştu.

Öğretmen olmanın sevinci ve mesleki ideallerimle yükselirken, gerçeklerin toprak damlı basık kahvehanesine hapsedilmesine isyan ederken, bu türkü bu ortama tuz biber gibiydi.

Ve aslında eski bir türkü olmasına karşın ben bu türküyü ilk kez duyuyordum. Karayazı’ya geldiğim bu ilk günde ilk anda duyuyordum. Sanıyorum tek plaktı. Dönüp dönüp aynı plağın bir tarafında ‘Yara beni, yara beni’ öbür tarafında ‘Keklik gibi kanadımı süzmedim’ türküleri çalıyordu.

(Ölümün Pençesinde Dört Yolcu) adlı kitabımdan

Keklik gibi kanadımı süzmedim

Murat alıp doya doya gezmedim

Bu kara yazıyı kendim yazmadım

Alnıma yazılmış bu kara yazı

Kader böyle imiş ağlarım bazı

Gönül hey hey hey sebep oy

 

Geceleri uyku girmez gözüme

Zalim yastık diken oldu gözüme

Uyma dedim uydu eller sözüne

Alnıma yazılmış bu kara yazı

Kader böyle imiş ağlarım bazı

Gönül hey hey hey sebep oy

(Plağın arka yüzünde)

Yara beni yara beni

Öldürür (kül eder) bu yara beni

Dermansız bir aşka düştüm

Öldürür (kül eder) bu yara beni.